İSLAM VE AVRUPA TOPLULUĞU

Avrupa Topluluğu dış görünüşü itibariyle dinî esaslara dayanmayan (seküler) bazı devletlerin, iktisadî, hukukî, ileriye doğru askeri ve beşeri sahalarda güç birliği ve organizasyonu olarak görülüyor. Din, kültür, örf ve âdet unsurları, en azından resmî düzeyde ve şimdilik öne çıkarılmıyor. Ancak fertlerin lâik olamayacakları hesaba katılır ve bu organizasyonun aynı zamanda fertler arası ilişki oluşturacağı düşünülürse, Sâfi akademik bir değerlendirme ile bunun müslümanlar için kabul ve cevaz düzeyi ne olabilir? Işte biz; ayetler, hadisler ve onlara dayalı yorumlar ışığında bunu ortaya koymayı deneyecegiz.

Fertlerde dini duyguların tamamen silinemeyeceğine göre, bu devletlerde yaşayan halkların birbirleriyle olan ilişkilerin dinüstü (seküler) bir açıdan değerlendireceklerini sanmak, insanın tabiatina zittir. Idari mekanizmalardaki insanlar, farz-ı muhal, böyle bir iyi niyete kapılsalar dahi, tarihin hiç bir döneminde gerçekleşmeyen bu ideal bu gün de gerçekleşecek görülmüyor. Çünkü·ne Müslümanlık ne de Yahudilik ve Hiristiyanlık karşı dine bu kadar taviz verebilir. Öyleyse devlet düzeyinde olmasa dahi alt organizasyonlar ve fertler düzeyinde ideolojik çatısmanın olacağı ve bir tarafın hakimiyeti ve diğerini asimile çabaları, ya da parçalanma mukadder gibi görülüyor.

İş biraz da kelle sayısına bağlı olunca Yahudi ve Hiristiyan kültürü açısından avantajli bir durum bulunduğu için, onlar kesin bir galibiyet beklentisi içerisinde buna göz yumuyor görülebilseler de, mes'elenin müslümanlar açısından hiç de öyle olduğu söylenemez. Nitekim geçtiğimiz hafta bu söylediklerimizin en açık kanıtını en yetkili ağızlardan duymuş olduk. Ve bu düşüncede olanların yanılmadıkları anlaşılmış oldu. AT Komisyon Başkanı Jacques Delors (Jak Delör) Avrupa Konseyi Parlementerler Meclisinde (26.9.1989 Salı) günü yaptığı ve topluluğun "Hiristiyan Birliği olduğunu" belirterek, genişlemeyi ve yeni üye alımını düşünmediklerini söylediği konuşmasına şunları ekledi:

"Kanaatime göre Roma anlaşması bir, "Avrupa Toplum Modeli" ortaya koymaktadır. Bu, bildiğimiz gibi "müşterek değerler" ile ekonomik ve sosyal ilişkilerle ilgili geniş ölçülü bir kavramdır. Bu kavram, insan ile toplum arasında bir denge sağlayan filozofinin eski temeline dayanmaktadır. Tarihçi Ferdinand Braudel bu Avrupa'nin, "Hiristiyan dini ile akilci düşüncenin" birleşmesinden doğacağını söyler. Böyle bir Avrupa'nın doğması, kıtada aynı kaderin paylaşılması, toplumsal devrim ve sosyal eşitlik anlayışına bağlıdır" (Günaydın, 26.9.89).

Ertesi gün bir başyazarımız bu konuşmayı yorumlayan yazısında: "Müslüman! Türkiye, hiristiyanlaşıp Avrupa'nın ortak değerlerini kabul etmedikçe AT'a giremezsin" cümlesi bu güne dek bu kadar açık ifade edilmemişti" diye yazdı (Fehmi KORU, Zaman, 27.9.89). Belki de bundan daha önemlisi, aynı yetkili tarafından "Bulgaristan'daki etnik ve müslüman azınlığın durumu" başlıklı rapor bu konuda açıkça Türkiye'yi suçluyor ve Bulgaristan'ın adeta masum olduğunu, içerisindeki etnik azınlıkların Türkiye tarafından kışkırtılması ile karşı karşıya bulunduğu iddiasını içeriyordu. Ve parlamentodan, oy çokluğuyla kabul gördü. Bunu da, kanaatimize göre Bulgar halkının temelde Hiristiyan olmasından, yani Haçlı zihniyetinden başka bir şeyle izah etmek mümkün gibi görülmüyor.

Müslüman için Kur'ân, Allah (cc)'ın Kitabıdır ve doğruluğunda şüphe yoktur. Kur'ân'ın daha ilk suresinde yer alan ve müslümanın günde on yedi ile kırk defa tekrarlaması istenen su ayet bile, onun müslüman olarak diğerleriyle bir arada bulunmasının mümkün olmadığını anlatmaya yeter: "Ya Rab, bizi gazap ettiklerinin (Yahudilerin) ve sapıkların (Hiristiyanların) yoluna sokma" (K. Fâtiha (1) 7). Bu denli tekrarlanan bu cümlenin, hele anlamını bilerek söyleyen "Müslüman Adam"in ruh derinliklerinde imanın ötesinde oluşturacağı şartlı refleks bile buna mani olmaya yeter. Allah (cc)'ın müslümandan bu ahitleşmeyi (misaki) her gün bu sayıda alması ile onun. AT gibi bir organizasyona girmeyi kabullenmesi arasında açık ve net bir çeliski vardır.

AT'na dahil digr bütün ülkelerin Hiristiyan ülkeler olmasına karşılık, yine bu ülkelerde çok etkili düzeyde ekonomik ve kültürel Yahudi gücünün mevcut olması, bizim onları Yahudi ve Hiristiyan diye nitelememize sebep teskil ediyor. Hatta belli bir irka has görüldüğü için diğer milletlere "teblig" (misyonerlik) özelliği bulunmayan Yahudiliğin, "Allah tüm milletleri Yahudilere hizmet edecek merkepler olarak yaratmıştır" inancından hareketle, dini tebliğ yerine Siyonizm ülküsü için Masonluğu kullandığı ve bu yolla Hiristiyan devletlere dahi damgasını vurduğu inkâr edilemez... Imdi, kendi kitabında; "iman edenlere en şiddetli düşman olanların, Yahudiler ve müşrikler olduğunu görürsün..."(K. Maide 5/82) beyanını okuyan "Müslüman Adam", buna inanacağına göre, onlarla beraber olması için ya onlann kendi dinlerini ve inançlarını terketmeleri, ya da kendisinin terketmesi gerekeceğini, birincinin hiç mümkün görünmediğine göre ki, bunun en güzel örneği beşyüz yıldan beri içimizde yaşayan azınlık Yahudilerdir- ikinci durumda da onların inancı gereği"onlara hizmet edecek merkep" durumuna düşeceğini bilir. Ya da şu hadis-i şerifin sözünü ettiği günün geldiğini anlar: "Sizler, sizden önceki milletlerin yollarına adım adım, karış karış gireceksiniz. Hatta onlar gidip bir keler deligine girseler siz de gireceksiniz. "Yahudi ve Hiristiyanları mı demek istiyorsunuz?" diye sordular, ya kimi olacak? diye buyuruldu." (Buhari, Enbiyâ 50; Müslim, ilim 6)