İslâm’ın Avrupa’daki tarihi

Avrupa ile İslâm medeniyetleri, birbiri ile yakın ilişki içerisinde olmuş iki medeniyettir. Önce İber yarımadasında kurulmuş olan Endülüs Devleti, daha sonra Haçlı Seferleri ve Osmanlı’nın Balkanları fethi, Avrupa ve İslâm toplumları arasında düzenli bir etkileşime neden olmuştur. Ortaçağ karanlığı içine gömülmüş olan Avrupa’daki gelişme ve ilerleme hareketlerinin asıl öncüsünün İslâmiyet olduğu bugün pek çok tarihçi ve sosyolog tarafından da dile getirilmektedir. Tıp, astronomi, matematik gibi alanlarda Avrupa’nın oldukça geri olduğunun bilindiği dönemlerde Müslümanların engin bir bilgi hazinesine ve gelişmiş imkanlara sahip oldukları bilinmektedir.

Avrupalıların, İslâmiyet’in hayatlarında önemli bir yeri olacağının farkına vardıkları ilk olay Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethidir. Bu gelişmeyle birlikte Avrupa, ilk defa İslâm’ın genişlediğinin ve kendi sınırlarına doğru ilerlediğinin farkına varmıştır. Bu fetihten dört yüzyıl sonra gerçekleştirilecek olan Haçlı Seferlerinin de ana gerekçelerinden birisi, Kudüs’ün Müslümanlardan geri alınabilmesidir. Bu amaçla yola çıkan Haçlılar, seferler sırasında çok önemli bir kazanç daha sağlamışlardır. Müslüman dünyasıyla kurulan bu temas, Avrupa’da yeni bir dönemi başlatacak olan ilk gelişmedir. Karanlık, savaş ve kavgalarla dolu, despotizmin hakim olduğu Avrupa, Müslüman dünyasında çok ilerlemiş bir medeniyet ile tanıştı. Müslümanlar tıp, astronomi, matematik gibi alanlarda olduğu kadar sosyal yaşamda da son derece medeni ve refah bir hayat sürmekteydiler. Bununla birlikte çoğulculuk, hoşgörü, uzlaşma, merhamet, fedakarlık gibi o dönemin Avrupası’nda pek rastlanmayan değerler tüm toplum tarafından dini sorumluluk duygusu ile yaşanan güzel ahlâk özellikleri idi.

Haçlı seferleri bir yandan devam ederken, Avrupa toplumları Müslümanlarla, Haçlı seferlerinin yapıldığı topraklardan çok daha yakın bir bölgede, kendi kıtalarının güneyinde birebir ilişki içindeydiler. İber yarımadasının Müslümanlar tarafından fethedilmesinin ardından bu topraklarda kurulan Endülüs devleti, 15. yüzyılın sonlarına kadar Avrupa üzerinde büyük bir kültürel etki yaptı. Endülüs devletinin Avrupa üzerindeki etkisini inceleyen pek çok tarihçi, sosyal yapısı ve ulaşmış olduğu medeniyet seviyesi Avrupa toplumlarının çok ilerisinde olan bu devletin, Avrupa medeniyetinin gelişiminde en önemli faktörlerden birisi olduğu konusunda hemfikirdir. Ünlü İspanyol tarihçi Blasco Ibanez, Müslümanların İspanya’da inşa ettiği bu medeniyeti şu sözlerle dile getirmektedir: İspanya’da yenilenme kuzeyden değil, Müslüman fatihler vasıtasıyla güneyden geldi. Bu gelişme bir fetih olmanın çok daha ötesinde bir medeniyet hamlesiydi. Bu sayede İspanya’da 8. ve 15. yüzyıllar arasında bütün Ortaçağ boyunca Avrupa’nın bilinen en zengin ve en parlak medeniyeti doğup gelişti. Bu dönemde kuzeydeki halklar din savaşları yüzünden parçalanmakta ve kana susamış vahşi (barbar) sürüler halinde hareket etmekte iken, Endülüs toplumu otuz milyonu aşmakta, o dönem için çok büyük olan bu nüfus yapısı içinde her ırk ve din grubu ahenk içinde hareket etmekte ve toplum çok canlı bir nabız atışı sergilemekteydi.

İngiliz tarihçi John W. Draper ise Endülüs Müslümanlarının sahip oldukları medeniyeti şöyle anlatır: 700 sene sonrasında bile Londra’da bir tek sokak lambası bulunmazken... Sonraki uzun asırlar boyu Paris’teki evinin eşiğinden yağmurlu bir günde sokağa adımını atan bir Parisli ayak bileklerine kadar çamura batarken, aydınlık ve temiz sokaklarıyla Endülüs kentleri pek ileri ve gelişmiş bir görünüm arz ediyordu.

1492 yılında Müslümanların elinde kalan son toprak olan Granada’nın (Gırnata) da kaybedilmesiyle Endülüs Devleti tamamen sona erdi. Ancak Avrupa bu defa da Balkanlar üzerinden gelen Müslümanlar ile karşı karşıyaydı. Osmanlı İmparatorluğu birbiri ardına gelen fetihlerle Balkanlarda ilerlemeye başlamış, bu arada Balkan halkları da gruplar halinde İslam’a dönmüşlerdi. Bu dönüş hiçbir zaman zorlama ve baskı yoluyla gerçekleştirilmemiş, Osmanlı’nın yaşattığı İslâm ahlâkı zaman içerisinde bu ahlâka şahit olanların kendi istekleriyle İslâmiyet’i tercih etmelerini sağlamıştır. Osmanlı, Kur’an ahlâkının gereği olan adalet, eşitlik, hoşgörü ve merhamet üzerine bina ettiği medeniyeti ile 400 yıl boyunca Balkanlar’da kalmıştır. Osmanlı’nın Balkanlar’da kurduğu medeniyetin izleri bugün dahi ayaktadır. (Bu eserlerin büyük kısmı Bosna savaşı sırasında Sırp ordu birlikleri ve milisleri tarafından tahrip edilmiştir, ancak bu tarihi gerçekleri değiştirmez). Osmanlı’nın, hoşgörü, uzlaşma ve çoğulculuk üzerine kurduğu bu medeniyet, İslâm’ı Avrupa’nın önemli bir parçası haline getirmiştir. Bugün de Avrupa Müslümanlarının oldukça büyük bölümü Balkanlar’da yaşamaktadır.

Gülay Pınarbaşı